KİTABIN RUHU VE MEVLANA

Mevlana: “Yaşadığım sürece ben Kur’an-ı Kerimin kölesiyim. Hazreti Muhammed Mustafa’nın ayağının tozuyum. Kim benden bundan başka bir söz naklederse ondan da o sözden de şikayetçiyim.’’ 

Kitab’a ruh veren şey nedir?

Kitab’ı bizim nazarımızda vazgeçilmez kılan,hayatımızın merkezine oturtmamıza bizi mecbur eden asıl sebep nedir? Kitabın varlığı insalığın varlığı ile başlar. Ve devamiyeti de insanın varlığını devam ettirmesiyle paralellik gösterir.

Biz bilgiyi kitapların sayfalarında bulabiliriz ancak acaba hikmeti bulabilir miyiz? Yahut her kitapta hikmet karşımıza çıkabilir mi? Bilgiye derinlik kazandıran, ona manevi bir anlam yükleyen elbette o bilginin neye hizmet ettiğidir. Bilginin ne için olduğu ve neye hizmet ettiği sorusunu sorduğumuz yerde karşımıza bilgiden sonra gelen yeni bir kavram, yeni bir mefhum çıkıyor; Hikmet.

Hikmet kavramı ile ilgili Merhum Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinde şu ifadelere yer veriliyor; Hikmet, Allahın ahlakı ile ahlaklanmaktır. Sözde ve fiilde doğruyu tutturma. Hikmet; ilim ve fıkıh demektir. Hikmet; varlıkların özündeki mânâları anlamaktır. Hikmet, Allah’ın emrini anlamaktır.(1) Kuran-ı Kerimde Hikmetle ilgili ayet-i kerimeye baktığımız zaman, hikmetin verildiği kimseye bir çok hayırların verildiği ifade ediliyor; “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiş demektir.”(2) Mevlana Celaleddin-i Rumi, bir gönül insanı olmakla beraber kendisine verilen bilgiyi ve hikmeti ilahi istikamet üzere kullanan ve bunu kendisine gaye edinen bir Allah dostudur. ‘’Mevlânâ Celâleddin Rûmî bütün zamanların en büyük âriflerinden ve Allah dostlarından biridir. Onun büyüklüğünü hazırlayan sebepler, yaşadığı dönemle yakından alâkalıdır.

Bilindiği gibi Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin yaşadığı XIII. yüzyıl Anadolu’muzun Batı’dan gelen haçlı istîlalarıyla târumâr edildiği, Doğu’dan gelen Moğol istîlasıyla taş taş üstünde kalmadığı, çok sıkıntılı ve sancılı bir dönemdir. Hz. Mevlânâ, eserleriyle özellikle Mesnevî’siyle insanların gönüllerine Hak ve halk sevgisini ekmiş, onları geliştirmiş, olgunlaştırmış ve bu sûretle uzun yıllar devam edecek bir medeniyetin ve Osmanlı Devleti’nin temellerinin atılmasında önemli rol oynamıştır. Bu bakımdan Mevlânâ’yı medeniyetler savaşını sona erdiren önemli bir mürşid olarak görmek gerekir. Kaldı ki Mevlana’nın Mesnevî’si kendisinden sonraki dönemde Anadolu- ’da, Balkanlar’da ve diğer İslam ülkelerinde; günümüzde Amerika’da ve Avrupa’da pek çok kişi tarafından hüsn-i kabûle mazhar olmuş bulunmaktadır. Câlib-i dikkattir ki Mesnevî’nin yazıldığı dönem medeniyetler savaşının yaşandığı bir yüzyıl olduğu gibi, Mesnevî’nin halk tarafından benimsendiği XIX. yüzyılda medeniyetler savaşının gündeme geldiği bir dönemdir.’’(3)

Herkesin kendisine sığınacak bir liman bulduğu deryadır Mevlana. Onun engin gönül dünyasında meşrebi, mezhebi, anlayışı ne olursa olsun herkese bir yer vardır. Ancak bu yer buluş, ‘’ham’’ iken gelinip yanıp pişmeye götürecek bir süreçtir. Yani gel ama geldiğin gibi kalma. Gel ve bu ruhaniyet ikliminden nasibine düşen hisseyi almaya gayret göster. Günümüzün kültür dünyasında Mevlana merkezli sayısız kitaplar, makaleler yazılmakta Mevlana adına vakıflar, dernekler faaliyet göstermektedirler. Bu kadar insanın bir insan etrafında yani Mevlan’anın düşünceleri, prensipleri etrafında buluşması ve ortak bir dil oluşturması elbette Mevlana’da sembolleşen ilahi bir misyonun varlığı sonucudur. Bu birliktelik ilk bakışta bizi heyecanladırabilir, umutlandırabilir. Ancak asıl üzerinde durulması gereken husus şudur; Mevlana’yı anlarken değişmeye Mevlana’dan mı başlıyoruz yoksa Mevlana’yı mı değiştirmeye çalışıyoruz. Şunu iyi bilmek gerekir ki, yukarıda da ifade edildiği gibi Mevlana medeniyetler savaşını önleyebilecek derin bir hoşgörüye ve öngörüye sahib bir insandı.

Bazı çevrelerin algılayıp ortaya koydukları gibi o ne bir folklorik argüman ne de dini ayin ritüellerine konu edilebilecek bir insandı. Onun gayesi ve derdi insandı. Ve bütün hayatını İlahi rıza için adamış bir insandı. Belki bu gün Mevlana Hazretleri hayatta değil ancak O’nun kulu kölesi olurum dediği ‘’Kur’anı Kerim’’ bir hayat nizamı olarak varlığını devam ettiriyor. Aslında insanlar Mevlana’ya giderken önce Kur’an-ı Kerim’e uğramalı ve onun boyası ile boyanmalı ve bu ilahi kelamın insan üzerindeki tesirini de Mevlana’nın hayatında görmeli.

‘’Kitap’’la Mevlana’-nın arası ‘’Kur’an’’ merkezli olmuştur. Yani Mevlana’nın kitap anlayışının en başında Kur’an vardır. O nun şu meşhur sözü bize bir ölçü olmalıdır: ‘’Yaşadığım sürece ben Kur’an-ı Kerimin kölesiyim. Hazreti Muhammed Mustafa’nın ayağının tozuyum. Kim benden bundan başka bir söz naklederse ondan da o sözden de şikayetçiyim.’’
Mevlana kendi ölçüsünü koymuş ortaya. Hayatını O’nun yaşadığından farklı anlatmakta aynı şekilde Mevlana’nın bizar olacağı bir durumdur. O halde, onun öz olarak 18 beyitlik mesnevisine ve onun açıklamalarına bakarken, hayatını Kuran’ın ve sünnetin istediği istikamette sürdürmüş bir Mevlana olarak bakmamız gerekiyor.

Dipnotlar
1-www.kuranikerim.com/telmalili/bakara3.htm,
2 Bakara: 269,
3 -Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, Dinle Neyden, Önsöz, Erkam
Yayınları, İstanbul 2009

MEN BENDE-İ KUR’ANEM EGER CAN DAREM

MEN HÂK-İ REH-İ MUHAMMED MUHTAREM

EGER NAKL KUNED CÜZ İN KES EZ GÜFTAREM

BİZAREM EZ U VEZ AN SUHEN BİZAREM

BEN YAŞADIKÇA KUR’AN’IN BENDESİYİM

BEN, HZ. MUHAMMED MUSTAFA’NIN YOLUNUN  TOZUYUM

BİRİ BENDEN BUNDAN BAŞKASINI NAKLEDERSE

ONDAN DA ŞİKAYETÇİYİM, O  SÖZDEN DE ŞİKAYETÇİYİM,

Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî