BİR TABAK İNCİR

Kâmil odur ki, bıraka dünyada bir eser,
Eseri olmayanın yerinde yeller eser…

Farklı farklı söylenen mühim bir hakikat: İnsan bu dünyada bir eser bırakma gayretinde olmalı.

Mâzîye bakınca ecdâdın en büyük gayesinin bu olduğunu görüyoruz. Arkalarında bir eser bırakmak!

Bir vakıf, bir camii, okul, kitap, hastahâne, külliye…

Bir dergâh, medrese, kervansaray, çeşme…

Hulâsa yaratılmışlara faydalı olan bir şey. Tarihî şehirlerin her köşesi böyle eserlerle dolu.

Niçin bu gayret?
Çünkü insan fânî, fakat bırakılacak eser bâkî…

Çünkü dünya fânî, hayır-hasenat ise âhirete de faydalı…

Çünkü insan ölür, amel defteri kapanır. Ancak böyle bir hayır bırakabildiysen, o işledikçe amel defterine de hayırlar yazılır da yazılır…

Peygamber Efendimiz’in müjdesi bu.

“İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnâdır:

• Sadaka-i câriye,

• İstifade edilen ilim,

• Kendisine duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyyet, 14)

Bu arzu sadece zenginlerin, varlık sahiplerinin gönlünden mi geçer? Hayır, ganî gönüllü her mü’minin kalbinde böyle bir hayrat bırakma aşkı ve iştiyâkı yanar durur.

Niyet samimî ise, Rabbim nasip eder mi eder. İşte yakınlarda bir müftümüzden dinlediğim bir kıssa bu hakikati anlatıyor.

Onun anlatışıyla aktaralım:

“Anadolu’da bir ilçede müftüydüm. Günlerden cumartesi. «Kaza»nın pazarı da o gün kurulur. Daireler kapalı… «Evde oturacağıma, müftülüğe gideyim.» dedim. Daireye vardım, bir çay demledim, camdan dışarı bakıyorum. Bahsettiğim pazar, müftülüğün biraz ilerisinde kurulur. Kimi almaya, kimi satmaya, herkes pazara geliyor. Kalabalık. Müftülüğün karşısında bir bakkal var.

Ben camdan ilçenin cumartesi günlerine mahsus bu hareketli vaziyetini seyrederken, lüks bir otomobil gelip, bakkalın önüne park etti. Bakkal bir hışımla çıktı;

«–Yok, arkadaş dükkânın önüne park etme!» dedi.

Zaten ‘pazarın kurulduğu gün’ olduğu için, bakkala giden gelen yok. Bir de dükkânın önü kapanacak diye adamcağız iyice asabîleşti. Arabanın sahibi de haklı;

«–Yahu burada park yasağı mı var? Niye park etmiyormuşum?!.» diye çıkıştı. Baktım gereksiz bir münakaşa çıkacak. Hemen indim, arabanın sahibine;

«–Arkadaş, bugün ilçenin pazarı var. Gelen-giden çok. Bakkal; ‘Belki satış yaparım’ diye dükkânın önü kapansın istemiyor. Burada arabana zarar gelmesin. Müftülüğün bahçesinde müsait park edecek yer var. Ben kapısını açayım, oraya koy.» dedim.

«–Olur…» dedi.

Arabayı park ettikten sonra;

«– Yukarıda çay demledim, tek başıma içiyorum, istersen buyur birlikte içelim» dedim.

«–Olur, içelim.» dedi. Teşekkür etti.

Yukarı çıktık. Bir yandan çaylarımızı içiyor, bir yandan tanışıyor, konuşuyorduk.

O sırada müftülüğün kapısı açıldı. İçeriye elleri titreyen yaşlı bir hanım girdi. Elinde tek sıra dizilmiş bir tabak incir.

«–Oğlum, müftülüğün kapısını açık gördüm de içeri girdim. Kusura bakmayın. Ben bu incirleri bizim bahçeden topladım. Pazara satmaya götürüyorum. Parasını da sana getireceğim bir kız Kur’ân kursu yaptırırsınız diye…»

Bir tabak incir… 1 kilo ya gelir, ya gelmez. Kilosu 5 lira olsa… Al sana 5 lira… Kur’ân kursu yaptırmak için onu getirip hayır olarak müftülüğe verecek…

Duygulandırıcı bir samimiyet, niyet ve arzu…

Ben dondum kaldım. Misafirim de duygulandı. Hanıma dedi ki:

«–Kaça satıyorsun?»

Kadıncağız, mütevekkil;

«–Ne verirseniz?» dedi.

Adam da coştu:

«–Peki, bir Kur’ân kursu yaptırmaya verir misiniz?»

Yâ Rabbî!..

Bir tabak incir ile bir Kur’ân kursu…

Adam bu güzel niyeti gerçekleştirmek için harekete geçti. O kadıncağızın arzusu gerçek oldu…”

Siz ne derseniz deyin, bunun adı samimiyetten başka bir şey değil. Samimiyetle, ihlâsla istersen; Mevlâ’m karşılığını hemen, fazlasıyla verir.

Verir ammâ rahmetin yağması için birtakım şartlar da meydana gelecek.

Müftünün cumartesi dairesine gelmesi, çıkıp adamla ilgilenmesi, bir münakaşaya mâni olması, adamı yukarıya davet edip çay ikram etmesi… Bunun üzerine o bir tabak incir ile Rabbim vesile kılmış.

O kadıncağız, istemiş, gönülden arzu etmiş. «Benim ne imkânım var ki?» diye düşünmemiş. «Bir tabak incirden ne olur…» dememiş. Onu toplamış. «Bana gülerler…» dememiş, yola koyulmuş. Bunlar hep bereketin sırları…

Karacaoğlan ne diyor:

Sen iyilik eyle hiç zâyî olmaz,
Kötülerle konup göçücü olma!

Nice büyük projelerin, büyük hayır-hasenatın arkasında böyle fakirlerin duâları var.

Âyet-i kerîme darlıkta infâk edenleri methediyor:

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da, (bu şekilde davranan) ihsan sahiplerini sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Bu âyet i kerîmeyi hiç aklımızdan çıkarmamamız lâzım.

Sahâbe-i kiramdan Ebû Zer -radıyallâhu anh-, çok fakir biriydi. Lâkin infaktan hiç geri durmazdı çünkü Peygamberimiz ona;

“−Yâ Ebâ Zer! Çorbana biraz daha su kat ve komşunu da gözet.” (Müslim, Birr, 142) buyurmuştu.

Peygamber Efendimiz’e infâk âyetleri nâzil olunca, kimisi gidiyor, bir avuç hurma getiriyor;

“Yâ Rasûlâllah! Kabul buyur, benim de elimde bu var!” diyor. Efendimiz kabul ediyor. Çünkü getiren öyle samimî ki… Kenarda ise münafıklar gülüyorlar, kaş göz ediyorlar;

“Şunun getirdiğinden ne olur ki!” diyorlar.

Bereket nerede, sen nereden bileceksin?

İşte bir tabak incirdeki bereket.

Bir başka husus: Bir Anadolu kazasındaki bir kadıncağızın derdi:

Bir kız Kur’ân kursu yaptırmak, Kur’ân’a hizmet etmek…

Peygamberimiz’in derdi de bu değil mi?

Mekke’de Dâru’l-Erkâm…

Medine’de Mescid-i Nebevî’nin suffa mektebi…

Her işin başı Kur’ân… Kur’ân’a hizmet…

Bazen nasıl olsa yapılıyor, nasıl olsa birileri bu işlerle meşgul denilerek ihmale uğruyor. Hâlbuki herkes mes’ûliyetini bilmeli, kendine düşeni yapmalı. Kimisi bir külliye, kimisi bir tuğla ile… Zaman geçirmeden, âhiret gününü unutmadan bir şeyler yapmalı.

Bunu anlatan bir hâtıramızı da nakledelim:

Âdil ÖZBERK Hocamızdan daha evvel de birkaç kez bahsettik. Ezher’i iftiharla, birincilikle bitirmiş bir âlim idi. İmam-hatip lisesinde hoca idi. Vaazları çok meşhur idi. Hangi camide vaaz ediyorsa, o caminin yolları tıkanırdı. Sesi, sadâsı, Kur’ân tilâveti de çok güzeldi. Celâlli idi. Hakikatin gür ve cesur sesi idi.

Allah ganî ganî rahmet eylesin.

1977-78 yılları idi. Gaziantep’te dostları-müşterileri ziyarete gitmiştik. Bir arkadaşımızın dükkânında oturuyorduk. Âdil Hoca dükkâna, yanımıza geldi. Hürmet ettik, yer gösterdik, oturdu. Morali bozuk gözüküyordu. Hâl hatır sorduk;

“–Ben bugün çok gamlıyım, çok da öfkeliyim.” dedi.

“–Hayırdır inşâallah hocam öfken niye?”

“–Nasıl öfkeli olmayayım ki!” deyip anlatmaya başladı:

“İmam-hatipte kayıt zamanı. Çocukları okullara kaydediyorlar. Ben de okuldaydım. Bir adam çocuğunu elinden tutmuş bana geldi:

«–Hocam sen camide vaaz ederken çocuklarınızı imam-hatip okuluna verin demiyor musun?»

«–Diyorum.»

«–Ben de çocuğumu getirdim fakat bana; ‘Yerimiz yok!’ diyorlar. Mademki çağırdın, ben de geldim. Benim çocuğumu aldır bu okula, ama nasıl aldırıyorsan aldır!»

Gittim müdürün yanına:

«–Bu çocukları nasıl almazsınız?!.»

«–Hocam nasıl alalım 30 kişilik sınıfa 60 kişi doldurduk, hâlâ da talep var. Daha da doldurursak ne onlara faydalı olabiliriz ne kendimize faydalı olabiliriz.» dedi.

O da haklı… Benim canım çok sıkıldı. Bu memlekette niçin kâfi miktarda Kur’ân kursu ve imam-hatip yok? Para sahipleri, iş adamları, zenginler niye okul yapmazlar? Bu kadar söylüyorum, niye duymazlar?

Madem böyle;

Ben de burada ilân ediyorum, yeni imam-hatip okulu yapılana kadar ben hiçbir yerde vaaz etmeyeceğim!”

Elhamdülillâh; orada hocanın o haklı sitemini giderecek, hayırlı başlangıçlara imza atıldı. Yeni bir imam-hatip okulu inşaatına başlandı. Müteâkip yıllarda biz de takip ettik.

Fakat yeterli mi?

Hayır.

Her köşede bir hizmet başlatmalı.

Çünkü ihtiyaç çok.

Âdil Hocanın; «Okullar yapılmazsa vaaz etmem!» demesi biraz naz, biraz da sitem. Tesir etmeyecekse, harekete geçirmeyecekse, konuşmanın, dinlemenin çok da bir faydası yok. Hakikî irşad ehline yakışan bir davranış. Eğer davranışları düzeltmiyorsa, tesiri olmuyorsa «niye nefes tüketeyim?» dercesine.

Hâlbuki Adil Hoca her zaman;

“–Biz anlatmaya mecburuz, vazifemiz bu…” derdi.

Vaaza, irşada elbette ihtiyaç var. Fakat kurslara da ihtiyaç var.

Ev hanımlarına gündüzlü kız Kur’ân kursları lâzım… Okul çocuklarına; ödevlerini yapıp, Kur’ân öğrenecekleri, namazlarını edâ edecekleri merkezler ihtiyaç. Kütüphaneler ihtiyaç. Kitapları, okuyacak fakat imkânı olmayan gençlere ulaştırmak ihtiyaç… Sağlık ocakları ihtiyaç… Sohbet mekânları ihtiyaç.

Her yaşa, her gönle hitap edecek hizmetler bulmalı, sürdürmeli. Açlara aş, çıplaklara giysi, huzursuzlara huzur, yalnızlara dost olacak hizmetler geliştirmeli.

Hizmet hizmet hizmet…

Ecdat bu hayır-hasenat gayretinde o kadar ilerlemiş ki, ufkunu öyle genişletmiş ki; çeşmelerden şerbet akıtmış, fakir kızların çeyizini hazırlamış, yaralı göçmen kuşlara hizmet götürmüş. Sokak hayvanlarına hizmet edecek müesseseler açmış. Neler neler… Bugünün imkânları onların eline geçse daha neler yaparlardı. Biz de onların hayırlı evlâdı olduğumuzu göstermeliyiz.

Rabbim muvaffak eylesin.

Rabbim, az veya çok, infaklarımıza bereket versin. Niyetlerimizi samimî eylesin. Hayırlarımızı kabul eylesin. Amel defterlerimize kıyâmete kadar hayırlar yazdıracak sadaka-i câriyeler nasîb eylesin.

Âmîn…
Yazar: Ahmet ZİYLAN
http://www.yuzaki.com/